12 Nisan 2015 Pazar

KAŞ BEZİRGAN AMBARLARI

AMBARLAR

Bezirgân zahire ambarları Likya tipi mezar anıtından (Lahit) esinlenilerek ahşaptan yapılmıştır. 

Bezirgân'da ambar yapımı işi bir önceki kuşakta Esat ve Ömer ustalar tarafından yapılırmış. Ancak yaklaşık 40 yıldır Mehmet OK ve 10-15 yıldır da oğlu Muhsin OK tarafından yapılıyor. Usta bu ambar yapım işine 25 yaşlarında başlamış. O zamana kadar çiftçi olup şimşir ellik, düven gibi küçük ağaç işleri yapıyorken tarım işlerini diğer 8 kardeşine bırakıp bu yaştan sonra hızar alarak marangozluğa başlamış.Eski ustalar ambar kerestelerini genç Mehmet Usta'nın hızarında biçtirip montajını kendileri yapıyorlarmış. Şu anda köyde ambar yapımı işi olmadığı için marangozlar sadece doğrama yapmaktadır. Ambar yapımında kullanılan sedir ve katran ağaçları Orman Dairesi'nce tespit edilerek ihtiyacı olanlara ihtiyacına göre ( kümeslik, ambarlık, ev kerestesi şeklinde ) ve düşük bir bedel karşılığı verilirken bugün kereste yalnızca tüccarlardan ve yüksek bedel karşılığı temin edilebilmektedir.
Ambar için seçilen alanda önce 30 - 40 cm derinliğinde bir temel kazılarak buraya bir dikdörtgen alan oluşturacak şekilde dört adet kalas ve o dikdörtgenin ortasına bir uçtan bir uca çapraz olarak uzatılan bir denge kalası yerleştirilir. Bu denge kalası kerestenin fazla olması durumunda 3 tane de atılabilir ve bu dayanıklılığı arttırır. 2'şer metrelik 8 tane de kalas da dikine atılır. Bu dikine kalasların üstüne yine kenişlenmiş ( oluk açılmış ) 4 tane kalas daha geçirilir. Bundan sonra içinin bölmeleri ve çatısı yapılarak ambar tamamlanır.


Ambar için kullanılacak ahşap kalaslar hızar makinesindeki planyaya takılan "Keniş" dedikleri bir aygıtla şekillendirilmektedir. Bu kenişle oyulan ve alt döşemede kullanılan 15 x10 ebadında uzun kalasların yatay olarak uzatılarak bu oluğa aynı ebattaki kalasların dikey olarak oturtulması yöntemiyle oluşturulur. Ambar sahibinin ekonomik gücüne, elinde bulunan kereste olanağına ya da beğenisine göre kalasın ebadı 20 cm'ye kadar büyütülebilir. Bu oyuğu açan aygıt gibi oyuklara da "Keniş" denmektedir. Bu kenişlerin genişliği genellikle 1 cm.dir. Ancak bu kalınlığın 2 cm. olması ambarın daha sağlam olmasını sağlar. Tavan 1 x15 cm. ebadında biçilen iki kat tahta ile kaplanır. En üstüne de 3 - 3.5 veya 4 metre ebadında kesilerek yine geçme usulüyle birleştirilmiş kalaslar ambarın gövdesini örtecek şekilde aşağıya doğru uzatılarak çatı yapılır. Bu tavan tahtalarına mertek, çatıya da "Ambar Örtüsü" ya da "Beşik Örtüsü" denir. Eskiden tamamen tahta olan çatı kaplamasında ahşabın hem çabuk çürümesi hem de pahalı olması nedeniyle uzun yıllardır çinko ve saç kullanılmaktadır.
Bu marangoz işçiliği 1986 yılına kadar mazotla, bugün ise elektrikle çalışan hızarlar tarafından yapılmaktayken bu teknolojilerin olmadığı zamanlarda bütün parçalar el rendesi, el kenişi gibi aletler ve el emeği ile yapılırmış.
"Geçme Tekniği" ile yapılan ambarların "Beşik Örtüsü" denen çatısında ile ön tarafta girişi sağlayan ve merdivenlerin bağlandığı balkon dışında hiçbir yerinde çivi kullanılmamaktadır. Bunun nedenini eski ambar ustası Esat ÖCEK şöyle anlatmaktadır; "Ambar tahtasına çivi vurulmaz. Neden dersen çivi ağaç kurduna yol olur. İlle de vurulacaksa, çivi kendi ağacından olmalı. Ambar dediğin geçmeli olmalı ve katrandan yapılmalı.. Geçmeleri tam denk getirdinmi korkma çürüyüp kalacak diye.. Bırak börtü böceği, rüzgâr bile geçemez aradan. " (Alıntı: Damdaki Deve Sürüsü: Giray ERCENK Atılım Matbaacılık ve Gazetecilik Yayınları Antalya 1998 S.10 )  Bu özelliği nedeniyle sökülüp başka bir yere yine aynı yöntemle uyarlanabilme olanağı vardır. Ambar ustalarının yaptıkları bu muhteşem eserlere kazıdıkları, çaktıkları bir sembolleri, özel bir işaretleri olmadığı halde çaktığı çivinin bile yapanın işçiliğini yansıttığı söylenir ve işin erbapları hangi ambarı kimin yaptığını bilebilmektedir.
Ambarların içi tabanda "Güpse" denilen gözlere ayrılmıştır. Ortalama bir ambar 6 veya 8 güpseden oluşur. Bu gözlere hasat sonunda kaldırılan mahsul doldurulur. Bazı ambarlar çift kapılıdır. Genellikle iki kardeşe ait olan bu ambarlarda 3 göz bir tarafta, 3 göz de diğer tarafta yer alır ve ambarın ortası kapalı olup her iki taraf birbirini görmez.
Güpselere sığmayan mahsul çuvalları, sandık, deri, süpürgelik vb. eşyalar da üzerine dizilir. Sandıklarda, toprak evlerde kalsa nemden bozulabilecek ya da fare gibi canlıların istilasına uğrayabilecek sayısız çeyiz, dokularına işlenen el emeği ve umut, sahile göçenlerin yatak yorganlarına sinen duygu ile kışlık ya da yazlık çamaşırlara, ata yadigârlarına gizlenen binlerce anı.


Ambarlara istiflenen çeyizlerin hisleri de taşar sandıklardan. Dikkatli bakınca genç kızların güzel ellerinde okşanıp güzel gözlerinde yıkandıktan ve bütün renklerin hasbıhal olup dört döndüğü bir yaylaya dönüştükten sonra yeni bir yuvaya yayılmadan önce geldikleri bu dingin evrende yaşadıkları sadece heyecan değildir. Burada, hayatın nabzının attığı bu mekânda dinlenirken bir zaman tünelinden geçişin yorgunluğunu da atarlar adeta. Dört bir yanlarını sarıp sarmalayan bu mekânın atası olan Likya Tipi Mezar Anıtı (Lahit) gibi ölüme değil yaşama tanıklık etmesi, kendi akıbetlerinin ve ölümle çıkılan karanlık bir yolculuk yerine hayata, hayatın canlı ruhuna aydınlık bir balonla yollanmanın sevincidir aynı zamanda.  
Diğer yandan bir dingin nida da ambarları yarım asırdır sırtında taşıyan topraktan yükselir. Kıtlıktan berekete, anıdan umuda yapılan yolculukta bu kutsallığa kesmiş mekânları bünyesinde barındırmaktan, onlarda dinlenip günü geldiğinde hayata taşacak coşkuyu düşlemekten memnundur. Ayrıca yağmur, yel, gündönümleri dışında insanla kendini örselemeyeceği bir mesafede durmaktan da hoşnuttu. Üstünde ne tırpan, ne gübre, ne karanlık hesaplaşmalar ne de ölüm kol gezerdi. İnsanların sadece ulvi bir çaba sonunda döktüğü alın teri ile gelecek güzel günlere inancın ateşlediği sıcaklığı yayılırdı toprağın gövdesine. İşte bu yüzden ambarların aralarında mahalle çocukları gibi kollayarak, buralara gelince kendilerini dağ keçisi sanan evcil (!) keçilerin gübreleri ile beslediği ısırgan otları cansıza can verirdi.
"Ambarlararası" denen bu mevkide, sayıları zamana yenik düşüp göçenlerin sessizliğine, yanına getirdikleri taze orman kokusuyla gençlik aşılayanlarla, zaman içinde değişen, şimdilerde dörderli sıralara dizilmiş 125 görkemli zahire ambarı bulunmaktadır. Ambarın bu bölgeye kondurulmasının nedeni olarak buranın köy merası olması, ovadan biraz yüksek olduğu için su basmaması gösterilmiştir.

Yan yana ya da karşı karşıya ama bir arada, birbirleriyle sırlarını söyleşir, geleceği düşler gibi sıralanırlar. Bu üçü gibi nice kuşağa meydan okuyan ambarlardan çatısı olmasa bile hala heybetle durmasına rağmen yaşlandığı için emekliye ayrılanlar dışında yanan ya da yıkılan olmamış. "Ambarlararası"nda ambarlardan farklı karakter taşıyan tek yapı, bekçi kulübesi olarak yapılan ve bugün yıkılmış olan taş kulübedir.
Bu kadar zenginliği içinde barındıran ambarlar elbette kendi kaderlerine terkedilmiş değildi. Onları gece gündüz kollayan bir bekçileri vardı.
Ambarları bekleyen Mehmed ZEYMAN (Memiş) 70 yaşında. Bezirgânlı, evli, 8'i sağ 11 çocuk babası. Şu anda bekçiliği bırakmış ama bütün yıl orada kalmak kaydıyla 20 yıl beklemiş insanların emeklerini ve namuslarını… Namuslarını diyorum, çünkü aynı zamanda borçlarını da buğday, arpa, nohut, fiğ gibi mahsullerin bizzat kendisiyle ya da satıp parasıyla öderlerdi bu insanlar ve eskisi gibi gür çıkamasa da sesleri, öderler hala. Bu sahiplenme karşılığında ambar başına aldığı 3 kile "Zehre" zamane şartlarında karnını doyuramaz olunca bırakmış işini. O'ndan sonra kimse omuzlamayınca bu gönüllü esareti şimdi kendi kaderine terkedilmiş gibi birbirlerini gözetir olmuş içlerinde hayatın tohumlarını kucaklayan ambarlar. Onlar toprakla, havayla, insanla, kuşla ya da balıkla buluşana dek gözü gibi bakmaya duyulan inançla.
Buna rağmen Memiş Amca aynılaşmanın verdiği alışkanlıkla yine onların yanında yöresinde dolanmakta. Kendisini orada bulduğumuzda, bize rehberlik etmekten haz duyarak anlattı evlatları gibi baktığı belli olan ambarların sahipsiz kalmalarına rağmen zarar görmemelerinin sırrını, memleket temiz olmasa, şehirler gibi bozulsa bir gecede uçacağına, bu kokuşmuşluk nedeniyle şehirde ne aç, ne susuz olduğuna inancını.
Bizi gezdirdiği kendi ambarının 3 kuşaktan eski olduğunu söylüyor. Babasının satın aldığı adamın, babasının ve kendisinin dünyadan geçişini anlatırken gözlerindeki saygı duruşuna benzer hüzünlü bir ifadeyi bir köy odasının kapısında yazan şu dizelerle betimliyoruz:
“Ey misafir, safa geldin, bundan iyi makam olmaz.
 Kimi gelir, kimi gider, hiç kimseye mekân olmaz.”

Ambarlara konan zahirenin zararlılara karşı korunması için ziraat ilaçları yanında doğal yöntemler de kullanılır. Mahsulün içine incir ve dut yaprağı ve sönmemiş kireç karıştırırlar.
İçlerinde onca yoksulluğu, belki çiftçinin traktör, evin kadının yeni bir fistan, çocuğunun plastik bir bebek ya da oyuncak kamyon hayalini besleyen, hayalleri bozulmasın diye en derinine, karnına katan ambarlar bugün yorgun. Artık içlerinde eskiden taşıdığı zenginlikleri barındırmıyor, şükür ve umutla harmanlanmış bereketleri kucaklayamıyor, yanlarına yeni ambarlar konamıyor. Bunda tarımsal üretimin azalması, kente göç, geleneksel değerlere eski özenin gösterilmemesi gibi faktörler etkili olmaktadır.
Şimdi sahip oldukları her şeyi yitirmiş bir müflisin derin sessizliğinde özlerinde bulunan yaşam enerjisine tutunuyorlar. İnsanlar sanki akılları başlarına gelip onlara değil asıl kendi geleceklerine sırt çevirdiklerini, oysa kurtuluşun yeniden toprağın karnını yarmakta, doğaya dört elle sarılmakta olduğunu anlayacaklarmış gibi.
Mimar restoratör 
Kayhan Seyrek,
Restoratörler İsmail Akgül, Çiğdem Özcan ve Hamit Demir Bezirgan Köyü'ne gelerek, ambarlar üzerinde çalışmaya başladı.
 Ambarlar tek tek numaralandırılırken, her biri için rapor hazırlanıyor. Çalışmada kaç tip ambar olduğu belirleniyor, her ambar için röleve ve restorasyon projesi hazırlanıyor.
 Şu anda ayakta kalan ambar sayısı 96. Hazırlanan röleve ve restorasyon projeleri Antalya Anıtlar Kurulu'na sunulacak. Kabul edilen restorasyon projesi kapsamında 4-5 ambar aslına uygun restore edilecek
Çürüyen ahşapları ve ahşap merdivenler değiştirilecek. Yangın muslukları bağlanacak. Ambarların giriş bölgesine tanıtma levhaları yerleştirilecek. Restore etmek isteyen ambar sahiplerine yardımcı olunacak. Tarihi ambarlar, Türk turizmine kazandırılacak

Hasan KIYAFET

HASAN KIYAFET



“Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya başlar.”
Hasan Kıyafet üzerine söz almak, yaşayan bir tarih üzerine durup yeniden düşünmek anlamına gelir. Hasan Kıyafet, tarihimizin hem en yakın tanıklarından, ağır mağdurlarından hem de sözünü ve eylemini sakınmadan her dönem öne çıkan, mücadele eden ve bir edebiyat damarının sembolü haline gelen öznelerindendir. Sosyalizm ve daha güzel, daha özgür bir dünya mücadelesinin bu mütevazı emekçisi üzerine birçok açıdan söylenecek sözümüz vardır elbet. Ancak Ansan’ın Hasan Kıyafet Öykücülüğü çerçevesinde düzenlediği etkinlikte Bir Hikâye Anlatıcısı Olarak
Hasan Kıyafet’in sınıfsal vurguları yüksek ama estetikten de taviz vermeyen, halk söyleyişleriyle modern anlatı tekniklerini bir araya getiren hikâyeciliğinde pek çok ilki başlattığını biliyoruz. Toplumcu Gerçekçi çizgide geliştirdiği edebiyat damarı, hem güncel hem de tarihsel değerdedir. Özellikle teknolojiyi/tekniği ve toplumsal dönüşüm süreçlerinde değişen ekonomik ve sosyal hayatı işleyen öyküleri bazı ilkleri de başlatmıştır. 
Tekniğin ve Teknolojinin Hikâyeye Girmesi
Baraç ve Radar gibi öyküleriyle ilk kez öyküye teknolojiyi ve teknolojiyle birlikte değişen insan-toplum ilişkilerini ve bu değişimlerin yarattığı sınıfsal çatışmaları işlemiştir. Birçok öykücünün anti-feodal metinler yazdığı dönemde Hasan Kıyafet metinlerinde anti-kapitalist bir perspektif geliştirmiş, karşı çıktığı kapitalizmin yerine yeni bir düzen önermiştir. Bu anlamda kapitalist üretim ilişkilerinin hayatın her alanında hükmünü sürdürmeye başladığı Türkiye’nin bütün toplumsal ve sınıfsal dinamiklerinde gözle görülen dönüşümü erkenden fark eden ve bunu edebiyata yansıtan Hasan Kıyafet’in bu çabasına ilk dikkat çeken ustalardan biri Hasan İzzettin Dinamo’dur.
Bu etkinlikte Hasan Kıyafet’in anlatıcılığından söz etmek istiyorum. Hasan Kıyafet’le uzun yıllara yayılan dostluğumuz vesilesiyle ondaki müthiş anlatıcının yakın tanıklarından biriyim. Bir halk ve devrim bilgesi olarak sadece dilin olanaklarını kullanmıyor, bütün kadim anlatı geleneklerini hazmetmiş ve içinden gelmiş olduğu kültürün bütün inceliklerini kullanmakta ustalaşmış olan Hasan Kıyafet’i dinlediğinizde, kendinizi onun anlattığı hikâyelerin bir parçası olmaktan kurtaramazsınız. Çünkü onun hikâyelerinin dinleyicisi değil konuğu olursunuz. 
Bir Hikâye Etme Ustası Olarak Hasan Kıyafet
Walter Benjamin “Hikâye Anlatıcısı” adlı denemesinde hikâye anlatıcısının hayatımızdaki hükmünün ortadan kalktığını söylerken, esas nedenin deneyimin değer kaybetmesi olduğunu söyler. Hızın, televizyonun ve bilişim teknolojilerinin hâkim olduğu bir dünyada insanlar hikâye anlatıcılarının yaşamımızdan çekilmesinin ve bunun yarattığı korkunç boşluğun farkına varamıyor. Bu açıdan bakıldığında bir şeyi layıkıyla hikâye edebilen insanlara giderek daha az rastladığımızı, hikâye dinlemek istemekten söz edildiğinde utanıp sıkılanlara ise daha çok rastladığımızı yazan Benjamin hiç de haksız sayılmaz.
Hasan Kıyafet sözün değerini bilen ve sözü deneyimle bütünleştirerek büyüleyici bir anlatıma dönüştüren, belki de bu türün yaşayan son örneklerinden olan bir söz ustasıdır. Masal, fıkra, darbımesel, sinema ve tiyatro gibi anlatı sanatlarının bütün inceliklerini bilen ve bunu anlatılarında ustaca kullanabilen Hasan Kıyafet, bu yönüyle eski dengbêjleri ve köy masalcılarını anımsatsa da, esasta o modern bir hikâyecidir. 
Hikâye ve Hayat
İnsan neden hikâye anlatır? Neden hayatımız çepeçevre hikâyelerle örülü olduğu halde yine de anlatıldığında bir hikâyenin içine girebiliyoruz? Bir hikâyeyi gündelik hayatın akışından farklı kılan şey nedir?
Hikâye, zaman ve hayatla en güçlü bağ kurma yollarından birisidir. Hem bir deneyimin aktarılması gibi bir işleve sahiptir, hem eğitici ve bilgilendiricidir hem de bireylerin ve toplumların bir tür anlatısal bellek oluşturma pratiğidir. Hayatı çoğaltmak ve zenginleştirmek için, olayları ve insanları hikâyelere mal etmek gerekiyor.
Hikâye etmek, Hasan Kıyafet için hem estetik bir uğraştır hem de bir deneyimi paylaşmaktır. Hikâye ederken çocukluğunun büyük yoksulluklar ve yokluklar içinde geçen zamanlarını yeniden (ama bir tarihin parçası oldukları bilincini ıskalamadan) üretirken, aynı zamanda dilin bütün inceliklerini ve sözlü anlatımın zaman zaman detaycı bir hal alan canlılığını kullanmaktadır. Batı’da farklı formlarda yaşayan ama esasta Doğu’nun kadim sanatlarından biri olan hikâye anlatıcılığı Hasan Kıyafet’te hem Doğu hem de Batı’nın inceliklerini birleştiren bir bilgeliğe dönüşmüştür.
Yakın dostlarından birisi olma onuruna eriştiğim Hasan Kıyafet bana hem karlı ve geçilmez kış gecelerinde bize masallar, hikâyeler anlatan dedemi anımsatıyor hem de hayatımın vazgeçilmez bir parçası haline getirdiğim edebiyata olan aşkımı tazeliyor. Onun hikâyelerindeki sahiciliği, kendi hayat hikâyemle, içinden geldiğim dünyanın gerçekleriyle bağ kurmasından anlıyorum en çok. Dilin inceliklerini bilmesinden ve kullanmasından çok, insanın acısını kendi acısıymış gibi, bu coğrafyadaki bütün o ıstırapları, komiklikleri, yoksunlukları, eziyetleri kendisi yaşamış gibi anlatmasından anlıyorum ben. Bu durum, Hasan Kıyafet’in hem bu tarihin aktif bir öznesi olmasından hem de bütün bunları anlatma arzusundan doğuyor. Çünkü Hasan Kıyafet’e göre,
http://www.yasamoykusu.com/biyografi-1092-Hasan_Kiyafet
1 Mart 1938 - ): Yazar.
Yazıları Çatlı (Samsun), Yön, İmece, Vatan, Çağdaş, Abece, Cumhuriyet, Radikal gibi dergi ve gazetelerinde yayınlandı.
Hikâyeleri


                                                                               Jean Paul Sartre

 Hasan Kıyafet 
Öykü ve öykücü patlamasının yaşandığı günümüzde geriye dönüp bu alanda emeği olan ve getirdikleri yeniliklerle öykücülüğümüzde bir değer yaratabilmiş ustaları yeniden gündeme getirmek, onların güncel ile olan bağlarını tartışmak çok önemli bir çabadır. Bu alanda en çok söyleyecek sözü olan Hasan Kıyafet gibi kıymetli öykücülerimizin yapıtlarının kapsamlı incelemelere ve tartışmalara konu olması da çok önemlidir. 


 her insan bir öyküdür ve öyküsü anlatılmamış olan insan eksik kalmış, tamamlanmamıştır.


Kırşehir-Kaman'da doğdu.
Pazarören Köy Enstitüsünü, Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümünü bitirdi (1962). Bingöl, Eskişehir, Tekirdağ, Niğde, Samsun ve İstanbul'da öğretmenlik yaptı. 12 Mart 1971 müdahalesinden sonra bir süre tutuklandı.
Thecharm (İngilizce, 1963), 
Baraç (1974),
Radar (1977), 
Görüş Günü (1985), 
İşkence Öyküleri (1987), 
Yelkovanotu (1989),
Umut Çiçeği (1992).
Romanları: Gomonist İmam (1969), 
Başlayan Kavga (1976),
Bizim Lise (1984), 
Ali Ali (1986),
Yaşamak Yasak (1986).
Diğer eserleri: Oy Pazarı (1977), 12 Mart Fıkraları (1980), Mahpus Yılmaz Güney (1988), Yatırım Çocuklar (1990).



Sanat ve Tiyatro


İlk çağdan beri gündemde kalan bir sanat Tiyatro. Roma’nın o görkemli tarihine baktığınızda en ufak yerleşim yerinde dahi devasa Anfitiyatrolar gözümüze çarpar. Biz Türk’ler ise tiyatro sanatı ile çok geç tanıştık. Bunun en büyük sebebi de daha çok göçebe  hayatı yaşamamız ve yerleşik hayatı tercih etmememiz olmalı. Tiyatral gösterilerse binlerce yıldır süregelmektedir. Orta Asya steplerinde bir çok Türk obasında gece eğlenceleri için bir çadır ayrıldığı ve masal ve destan anlatımı çalgı çengi ve bir çok oyun oynandığını maalesef Çin yazıtlarından öğreniyoruz. Yazılı tarihimiz olmasa da dilden dile anlatıla anlatıla gelmiş olan bu oyunlar hala kırsalda köy odaları geleneğiyle yürütülmektededir.
           Günümüzde Tiyatronun giderek önemini yitirdiği gibi bir görüntü olsa da ne Televizyon nede Sinema asla Tiyatronun yerini tutamamaktadır. Yakın gelecekte Tiyatro önemini artırarak devam edecektir buna biz tiyatro sevenlerin inancı tamdır. Romanın o görkemli dönemleri kadarda olmasa bu gün Aspendos ikibin beşyüz yıldır tiyatro opera ve çeşitli gösterilere ev sahipliği yapmaktadır. Antalya tarihinde Kaleiçi’nde bir Anfitiyatro olduğu bilinmekte ama süregelen yerleşim bu tiyatronun gün yüzüne çıkarılmasına izin vermemektedir. Bu küçük balıkçı kasabasında İtalyanların 1812 Tekelioğlu ayaklanmasına kadar Kaleiçi eski gümrük binası ve şimdiki küçük Anfitiyatronun olduğu yerde bir tiyatro inşa etmeye başladıkları.ama 1814 te Tekelioğlu ayaklanmasının bastırılması döneminde yapının yerle bir edilip liman dolgusu olarak kullanıldığını biliyoruz.
       İşte böyle bir süreçten sonra Antalya’nın göle maya çalmaya çalışan kurumlarından birisi Kırmızı Kalem Tiyatro bu yıl Uluslararası Çocuk Tiyatroları şenliğinin İkincisini Antalya Büyükşehir Belediyesinin ve Tui  nin desteğiyle gerçekleştirdi. Tek amacı çocuklara tiyatro sevgisi aşılamak olan şenliğin Sosyal ve Sanatsal bir değerlendirmesini elimden geldiğince  yapmaya çalışacağım. Öncelikle Şenliğin yapıldığı salonların maalesef dörtyüz kişi ortalaması olması çoğu insanın bir sonraki seansı yada günü beklemesine sebeb oldu . Bu beni en çok üzen unsurların başında gelmişti. Buna rağmen tek kuruş dahi almadan bu gösterileri bize sunan yerli ve yabancı tiyatro guruplarının en az onları seyretmeye gelen guruplar kadar mutlu olduğunu. Hatta programında tek gösteri olmasına rağmen insanların bu şenlikte üzülmemesi için ikinci gösterilerinide sunan tiyatrolara teşekkürü bir vatandaş ve bir baba olarak borç bilirim. Bir tiyatro oyuncusu düşünün sekiz saat yol gelip bir gösteriye çıkıp bir lokma yemek yemeden sahnesi olmamasına rağmen seyircinin talebi doğrultusunda yeniden oyun oynadığını bunun tarifini bulamıyorum size anlatmaya.

          Şenliğin amacını yukarıda azda olsa anlatmıştım. Sonuç olarak öncelikle Kepezin üs bölge olarak seçilmesi  isabetli bir karar olmuş. Sahil kesimindeki insanların sosyal hayattan daha çok faydalandığı günün her saatinde bir gösteri bir oyun ve bir etkinlikle iç içe yaşadıkları bir ortam mevcut zaten Antalya’da.
         Peki Kırmızı Kalem Tiyatro neden kendisininde bulunduğu bu bölgeyi değilde Kepez bölgesini seçti. Bu özel  Tiyatro bol miktarda kendi reklamını yapabileceği ve her türlü yeterliliğe sahip sahil kesimini seçmedi . İşte İşin sosyal boyutunda en önemli unsur Tiyatroya olan sevgileri ve bu sevgiyi günümüz çocuklarına aktarma istekleri. Tiyatroyla daha önce nerdeyse hiç buluşmamış çocuklarla bu sevinci paylaşmak. Böylesi Özel Tiyatrolar bir çok Nasreddin hocayı içinde barındırıyor hepsinin elinde bir kazan Göle maya çalmaya çalışıyorlar.’’Ya tutarsa diye’’ canı gönülden kutluyoruz onları.
        Ben bir tiyatro izleyicisi ve bir Baba olarak Şenliğin Salon koltuk sayısının yetersiz kalmasına rağmen amacına ulaştığını Kepez bölgesi çocuklarının Tiyatro sevgisiyle iç içe bir yedi gün geçirdiklerini gördüm. Yüzlerce çocuğumuzla röportaj  yaptım. Gözlerindeki parıltıyı ve seyrettikleri oyundan aldıkları hazzın yüzlerine yansımasını gördüm. Şenlik bitiği için Ağlayanlarada teselli etmek baya zor oldu.Kültür Merkezinde Çocuk oyunlarının Şenlik dışındada devam ettiğini takvimi ailelerinin takip etmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım bolca.
         Şimdi şenliğe genel bir bakış atalım..
        Şenlik kapsamında ilk olarak Oyuncu ve Yönetmen Tamer Levent Drama atölyesi vardı. Tamer levent  şenlik boyunca dört gün Drama dersi verdi.Böylesi konusunda uzman bir sanatcı nın derslerine Antalya Tiyatrolarının nerdeyse tüm oyuncuları katıldı.
           ‘’ Tamer Levent 1950 yılında İzmir'de doğdu. Ankara Devlet Konservatuarı Yüksek Bölümü'nden 1977 yılı yaz döneminde mezun oldu. Devlet Tiyatroları'nda önce oyuncu daha sonra yönetmen olarak çalışmalar yaptı. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde, Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nde, New York Üniversitesi Tiyatro Bölümü'nde, Berlin Yüksek Sanat Okulu Tiyatro Bölümü'nde; İngiltere Yorkshire Bretton Hall College'de ve Warwick Üniversitesi'nde "Yaratıcı Oyunculuk" dersleri verdi. Belçika, Lüksemburg ve Macaristan'da Avrupa Parlamentosu'yla birlikte düzenlenen tiyatro buluşmalarının prensiplerinin oluşturulduğu komitelerde ve organizasyonlarda bulundu, seri atölye çalışmaları yönetti.
      Tamer Levent ayrıcı FIA (Uluslararası Aktörler Federasyonu) Türkiye Temsilcisi'dir. IATA (Uluslararası Amatör Tiyatrolar Birliği) yönetim kurulu üyeliğinde bulundu.’’

                   Şenlik havasında başlayan şenliğin ilk oyunu Antalyanın özel tiyatrolarından Tiyatroolimpos un sahneye koyduğu ‘’Kırmızı Cüce’’idi . 
          Şenliğin ikinci günü sabah Kukla atölyesi Fotoğraf Atölyesi ve Eskişehir Şehir Tiyatroları nın ‘’Dünyanın ucuna yolculuk’’ adlı oyunu ile başladı .Kukla atölyesinde 9 Eylül Üniversitesi   Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Anasanat Dalı Öğretim görevlisi Türkiyenin Dalında uzman sayılabilecek kişisi olan Ayten Huzur Öğütçü Çocuklara pratik kukla yapımı ve oynatımı üzerine ders verdi.Fotoğraf Atölyesindede yine konunun  uzmanı Özgür Bülent Çubukçu Fotoğrafında bir sanat dalı olduğunu Işığın kullanımı ve en iyi anı yakalama üzerine çocuklara başarılıbir Atölye verdi. Şenliğin ikinci gününün ikinci oyunu saat 16:00 da AKM Aspendos salonunda Antalya Bölge Tiyatrosunun ‘’Küçük Prens’’ adlı oyunu idi.
  Üçüncü gün ilk oyun ABT sahnesinde Tek gösterim olmasına rağmen iki gösterim yapılan Aynı zamanda Prömiyeride yapılan farklı bir oyun ‘’Sihirli Oyun’’ bu arada atölyeler devam etmektedir.Dans atölyesimde Dans Öğretmeni Mehmet  beklenenin üzerinde bir katılım olmuş.Öğleden sonra ise Yabancı bir Tiyatro olan Almanya Nürnberg Çocuk tiyatrosu nun oyunu olan ve yine çok farklı tarzda bir yapım ‘’Kağıt Oyunu’’ile gün sona erdi,
   Dördümcü gün Adeta örnek bir tiyatro kendi yağları ile kavrulan Bir bilardo salonunu sahneye çeviren Tamamı üniversite öğrencisi bir topluluk ‘’İstanbul Hal’’Tiyatrosunun oyunu ‘’Cadılar’’ sahnelendi .Öğleden sonraise AKM Perge salonunda Gaziantep Şehir Tiyatrolarının bir Kukla Gösterisi ‘’ Ötmeyi Bilmeyen Horoz’’ sahnelendi.

     8 Şubat Cuma Yani beşinci gün YKM sahnesinde Kırmızı Kalem Tiyatronun Tamamen Öğrenciler ile yani çocuklarla gerçekleştirdikleri ‘’Kayıp Şehir Atlantis’’ ve Trakyadan,Lüleburgazdan Uçaneller Kukla Tiyatrosunun sergilediği’’ Bak ne kadar Kolay’’ adlı kukla gösterileri görülmeye değerdi.
    Beşinci gün Panel ve sunumlarla kapandı. Panele Oyuncu ve YönetmenTamer Levent, Prof.Dr.Semih ÇELENK , Doç.Dr. Tülin sağlam ve Öğretim görevlisi Ayten Huzur ÖĞÜTCÜ katkı sağladılar, Eğitimde Tiyatronun Önemi üzerine yaklaşık iki saatlik bir söyleşi şeklinde panel yaşadık. Bir haftalık Şenliğe Katılımın yüksek olması şenliğin amacına ulaştığının bir kanıtıdır. İşin Sanatsal boyutuna bir gözlemci gözüyle baktığımda Oyunların çoğunun sanatsal doyurulucuğundan daha önemlisi Çocuklarımızın bu şenlikten aldıkları zevk ve heyecandırki bu boyutta şenlik amacına ulaşmıştır. Şimdiden üçüncüsünün beklentisi içinde olduğumuzu belirtelim. Bu bağlamda Emeği Geçen Herkese ve topluluğa sevgilerimizi sunmaktan öteye yapabileceğimiz tek şey Ellerimiz Patlayıncaya kadar onları Alkışlamaktır. Kırmızı Kalem Tiyatronun öncülüğünde ...

II. ULUSLARARASI ANTALYA ÇOCUK TİYATROLARI ŞENLİĞİ
 (4-9 ŞUBAT 2013)
ANTALYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KIRMIZI KALEM TİYATRO İŞBİRLİĞİ İLE

PROGRAM

04 ŞUBAT 2013 PAZARTESİ 
TİYATROLİMPOS “KIRMIZI CÜCE” (+4 Yaş)
SAAT: 11:00
YER: YENİMAHALLE KÜLTÜR MERKEZİ
05 ŞUBAT 2013 SALI 
ESKİŞEHİR ŞEHİR TİYATROLARI  "DÜNYANIN UCUNA YOLCULUK" (+5 Yaş)
SAAT: 11.00 – 13: 00
YER: YENİMAHALLE KÜLTÜR MERKEZİ
ANTALYA BÖLGE TİYATROSU "KÜÇÜK PRENS"  (+5 Yaş)
SAAT: 16.00
YER: ANTALYA KÜLTÜR MERKEZİ ASPENDOS SALONU
6 ŞUBAT 2013 ÇARŞAMBA
ANTALYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE TİYATROSU "SİHİRLİ OYUN" (+7 Yaş)
SAAT: 11.00
YER: BELEDİYE KÜLTÜR SALONU
ALMANYA NÜRNBERG ÇOCUK TİYATROSU
SAAT: 14.00 – 16: 00


11 Nisan 2015 Cumartesi

Abdal Musa



Abdal Musa Sultan Anadolu'nun ünlü erenlerinden ve ermişlerinden olan Abdal Musa Sultan, aynı zamanda ünlü bir ozan ve düşünürdür. Aslen Horasan'lı dır. Azerbaycan'ın Hoy kasabasına gelmiş ve bir süre orada yaşamış olduğundan, "Hoylu'' olarak tanınmıştır. Hacı Bektaş Veli'nin amcası Haydar Ata'nın oğlu, Hasan Gazi'nin oğludur. Kaygusuz Abdal Menkıbesine göre "Kösre Musa" adıyla da anılır. Abdal Musa Sultan, Horasan Erenlerinden ve Hz. Peygamber soyundandır. 14. yy. da yaşadığı ve Osmanlıların Bursa'yı fethi yıllarında Orhan Bey'in askerleriyle savaşlara katıldığı ve büyük yararlıklar gösterdiği tarihi kaynaklarda yazılıdır. Hacı Bektaş Veli'nin önde gelen halifelerindendir. Payesi sultanlık, mertebesi "Abdallık". Pir evindeki hizmet postu ise, "Ayakçı Postu''dur. Bu post Bektaşi tarikatındaki on iki posttan on birincisi olup, diğer adı ''Abdal Musa Sultan Postu"dur. Ayakçılık, Abdallık mertebesidir. Elmalı, Tekke köyündeki dergahı, ilk Bektaşilerin dört büyük "Asitanei Bektaşiyan" dan biridir. Ancak, Anadolu'nun inanç coğrafyasında seçkin bir yeri, etkin bir gücü olan Abdal Musa Sultan adına daha bir çok yerde makam ve mezarlar yapılmıştır. Bir çok yazar ve araştırmacı, Abdal Musa Sultan'ı konu alan araştırmalar yapmışlardır. Bazılarına göre, Abdal Musa Sultan; Bursa'nın fethine katıldıktan sonra Manisa, Aydın ve Denizli yöresinde bulunmuş, daha sonra da Türkmen ve yörüklerin yoğun bulunduğu Elmalı yöresinde tekkesini kurmuştur. Ayrıca Denizli'de yatan "Büyük Yatağan Baba"dan esinlendiğini de belirtmişlerdir. Abdal Musa Sultan, Elmalı yôresinde kurduğu tekkesinde sayısız kişiler irşad etmiş (uyarmış) ve bunlar arasında büyük ozanlar yetişmiştir. Bunların en ünlüsü de, Alevi-Bektaşi edebiyatın abidelerinden sayılan Kaygusuz Abdal'dır.Onunla ilgili olarak Abdal Musa Sultan Velayetnamesi'nde konu edilen söylenceyi şöyledir: ''Alaiye reyinin oğlu Gaybi, Abdal Musa'ya derviş olup, Kaygusuz adını alınca, babası oğlunu kurtarmak ister. Tekke Beyi'nin yardımını talep eder. Tekke Beyi'de Kılağılı İsa adlı pehlivan yiğidini Abdal Musa'nın tekkesine yollar. İsa, dergaha varır ve kapıya gelince: Çağırın bana Abdal Musa'yı diye gürler. Ancak, atı ürker ve İsa'yı sırtından atar, sürükleyerek parçalar. Tekke beyi bu olaya çok sinirlenir ve ordusuyla harekete geçer. Abdal Musa Sultan'ı yakmak öbek öbek odunlar yığılır. Ateşler tutuşturulur. Abdal Musa Sultan'da üç yüz kadar müridi ile semah ederek yola koyulur... Bu öyle bir geliş ki, onlarla birlikte dağlar, ağaçlar, kayalar da beraber yürür. Dervişler bir gülbank çekip ateşe girer. Ateş onları yakmaz, onlar ateşi söndürürler. Bu manzarayı gören Kaygusuz'un babası, duruma hayranlıkla bakar, Abdal Musa'nın ellerini öper ve geriye döner. Kaygusuz bu dergahta kırk yıl hizmet eder...'' Abdal Musa Sultan'ın kerametleri, kendi adı verilen Velayetname'de anlatılır. Abdal Musa Sultan Velayetnamesi, günümüz Türkçesi ile Ali Adil Atalay tarafından beşinci kez olarak yayınlanmıştır. Kerametlerinden biri de şöyle: "Abdal Musa Sultan, bir pamuk içine kor halinde bir ateş parçasını müridlerinden biriyle, Geyikli Baba'ya gönderir. Geyikli baba da, ona bir bakraç içinde geyik sütü gönderir. Bu kerametin, yorumu da, "hayvanatı iradesine bağlamak, bitkilere hükmetmekten zordur'' şeklindedir. Şair, düşünür, Horasan ereni Abdal Musa Sultan'ın keramet ve erdemleri yedi yüzyıldan bu yana dillerde söylenir. Antalya, Elmalı ilçesine bağlı Tekke köyündeki türbesi, 14. yy.'da Selçuklu mimarisi örneğinde yapılmıştır. Tekke hakkında en önemli bilgiyi 17 yy. da burayı ziyaret eden ünlü gezgin Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde vermiştir. Bu bilgilere göre tekkenin kubbesindeki altın alem, beş saatlik yerden görülüyormuş. Abdal Musa Sultan sandukası baş ucunda seyyid olduğunu gösteren yeşil imamesi durur. Tekkenin etrafında bağ ve bahçeler uzanır, Misafirhaneler, kiler, mutfak meydanlar gibi bir çok ek binalar varmış. Mutfakta kırk derviş hizmet eder. Meydanın dışında ayrıca büyük bir misafirhane bulunur ki, üstü konak, altı ise iki yüz at alacak kadar büyük bir ahırdır. Misafir hiç eksik olmaz. Tekke yapıldığı günden beri mutfağında hiç ateş sönmemiştir. Tekkenin çok zengin vakıfları vardır. On binden fazla koyunu, bin camuzu, binlerce devesi ve katın, yedi değirmeni ve daha birçok varlığı ile üç yüz elli yıl önceki Abdal Musa Sultan tekkesinin çok büyük zenginliklere sahip bir kurum olduğunu belirtiyor Evliya Çelebi. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra dağıtılan tekkeler arasında Abdal Musa Sultan tekkesi de nasibini almıştır. 1829'da hükümetçe gönderilen memurlar tarafından, dergahta mevcut bütün eşyalar ve binlerce canlı hayvan satılıp defteri İstanbul'a gönderilmiştir. Bu hal tekkelerin 1925'de kapanmasına kadar yaşanmıştır. Değişik dönemlerde onarım gören Tekke, zaman içinde yıkılmış, günümüzde ise sadece Abdal Musa Sultan türbesi kalmıştır. Türbede, Abdal Musa, annesi, babası, kız kardeşi ile Kaygusuz Abdal'ın kabirleri bulunmaktadır.


Abdal Musa Sultan, Horasan Pirlerinden olup, Hacı bektaş Veli Hazretlerinin amcasının soyundandır. Abdal Musa Sultan Hazretleri’nin Horasan’ın Nişabur ilçesinde Hasan Gazi ve Hüsniye Hatun’dan dünyaya gelmiştir.
Hacıbektaş dergahında hizmetinde sonra Hünkar Hacı Bektaşı Veli’den sonra posta oturmuştur. 12 Posttan “ayakcı postu” veya “Abdal Musa Postu” onun ile anılır. Adına lokmalar dağıtılır, aşkı için kurban kesilir ve Abdal Musa cemleri düzenlenir.

Türkiye’nin birçok ilinde Abdal Musa makamları ve türbeleri mevcuttur.

KİM NE BİLİR BİZİ

Kim ne bilir bizi nice soydanız
Ne zerrece oddan ne hod sudanız

Bizim meftûnumuz mârifet söyler
Biz Horasan mülkündeki boydanız

Yedi deniz bizim keşkülümüzde
Hacı’m ummân ise biz de göldeniz

Hızr ü İlyas bizim yoldaşımızdır
Ne zerrece günden ne hod aydanız

Yedi Tamu bize nevbahâr oldu
Sekiz Uçmak içindeki köydeniz

Bizim zahmımıza merhem bulunmaz
Biz kader okunda gizli yaydanız

Tûr’da Mûsâ durup münâcât eyler
Neslimizi sorar isen Hoy’danız

Abdal Musa oldum geldim cihâna
Ârif anlar bizi nice soydanız
Abdal Musa Sultan

Abdal Musa Sultan’ın dergâhı Antalya’nın Elmalı İlçesi’nin 15-20 Km, batısında bulunan Tekke köyündedir.
Köyde dergahı, Türbesi ve dervişlerinin makamları ile ziyaret edilen ve derman istenen büyük bir kapıdır.
Budala Sultan, Ters Değirmen, Mavi Göl ve Uçarsu Abdal Musa’nın ziyaret alanlarıdır. Elmalı ilçesinde bulunan diğer evliya türbeleri Abdal Musa’ya bağlıdır.
bazı sözleri

Mümin ol
Halim selim ol
Ahde vefa et
Yalan söyleme
Dünya için gönlünü mahzun etme
Mevki sahibi kimseye yüzsuyu dökme
“İmdi ol Sultanın sırrını sakla.
Az söz söyle. İnançlı ve bağlı ol.
Kavgalı yerden kaç, uzaklaş.
Bilmediğin kişiye yakın olma.
Düşmanlığı sabit ve ilerlemiş kişi ile dost olma.
Hiç kimsenin düştüğü kötü duruma,
uğradığı bir musibete gülme.
Kendinden ulu kimselerle mücadeleye girişme.
Doğru (müstakim) ol,
sıkıntıları ve felaketleri sabırla karşıla.

Sözünü önce düşün (fikir idüb), sonra söyle.
Sırrını çocuğa ve kadına (oğlana ve avrete) söyleme.
İbadete ve mala güvenme.
Yumuşak huylu ve güvenilir, temiz (halim ve selim) insan ol.
İnkârcıya (münkire) gönül verme;
Tanrı dostlarının (Evliyaullahın) sözlerini onlara söyleme. Kimseye hoşhuy deme.
Ne dünyaya fazla meyil göster,
ne de dünya için gönlünü mahzun et.
Kimseye bir çıkar için dervişlik satma.
Zahir padişahına yakın olma.
Mevki sahibi olanlara, vezir veya sair devlet adamlarının yanına varıp yüzsuyu dökme, yalvarma.
‘Bana eyi desinler’ diye sofuluk satma.
Düşmanına yüz verme.
Bulunduğun duruma şükreyle.
Zinadan uzak dur.
Elinden gelirse yalnız yemek yeme.
Tarikat pir-daşını gerçek kardaşun bil,
ondan ayrı görme.
Gönlünü tanrı dostlarından ve mürşidden asla ayırma
ve Hakk divanından ayrılma
ve verdiğin sözde, ikrarında dur.
Vaktini boşa harcama.
Evrenin en ulusu (Server-i Kâinat) Efendimiz Muhammed’i, Ali’yi, Ali’nin yakın dostlarıyla İmam Hasan ve Hüseyin’i (Eshab-ı Ali ve İmameyn) daima salâvatla,
yakarıyla anımsa ki Evrenin Efendisi (Seyyid-i Kâinat)
Peygamberimizin şefaatine mazhar olasın.
Hakk ehliyle (Ehlullah) ile muhabbette iken;
‘Eyvallah, kerem ettiniz’ deyip niyazda bulun.
Muhammed’e ve Ali’ye düşmanlık arzusunda bulunan
inançsızlar ile sohbet etme. Çünkü onların dostluğu
sana yarar getirmez.
Sakın İmamlara ihanet edenlere ‘iyidür’ demeyesin.
Dış görünüşünü süsleme, gönlünü güzelleştir.
Kallaş ve pirsiz kişiler ile yoldaş olma,
zira yol ve erkân bozulur.
Kötü (yavuz) olma,
zira yirmi dört saat içinde bin devire girersin
ve o devirlerin hangisinde bulunur isen
o sıfata bürünüp mahşer meydanına çıkarsın (haşrolursun).
Sürekli, sonsuza değin (Baki) gerçekler demine
Hû! Dost Allah, eyvallah!

Hac niyetine yapılan bu ziyaretlerde de kurban kesilip lokmalar sunulur. Bir gönül yapmak ve Abdal Musa Sultan’ın hikmet ve duasını almak için gelen canlarla gönül birliği içerisinde Birlik Cemi yapılarak gönül Kabe’sine girmeye çalışırlar.

Bu kapı ulu bir kapıdır. Muhammed Ali’ye açılan. Allah’a ulaşan.
Bu kapıya layık olmak tüm sevenlerin asıl gayesidir.
Abdal Musa’nın dağları yürütmesi.

”Alaiye reyinin oğlu Gaybi, Abdal Musa’ya derviş olup, Kaygusuz adını alınca, babası oğlunu kurtarmak ister. Tekke Beyi’nin yardımını talep eder. Tekke Beyi’de Kılağılı İsa adlı pehlivan yiğidini Abdal Musa’nın tekkesine yollar. İsa, dergaha varır ve kapıya gelince: Çağırın bana Abdal Musa’yı diye gürler. Ancak, atı ürker ve İsa’yı sırtından atar, sürükleyerek parçalar. Tekke beyi bu olaya çok sinirlenir ve ordusuyla harekete geçer. Abdal Musa Sultan’ı yakmak öbek öbek odunlar yığılır. Ateşler tutuşturulur. Abdal Musa Sultan’da üç yüz kadar müridi ile semah ederek yola koyulur… Bu öyle bir geliş ki, onlarla birlikte dağlar, ağaçlar, kayalar da beraber yürür. Dervişler bir gülbank çekip ateşe girer. Ateş onları yakmaz, onlar ateşi söndürürler. Bu manzarayı gören Kaygusuz’un babası, duruma hayranlıkla bakar, Abdal Musa’nın ellerini öper ve geriye döner. Kaygusuz bu dergahta kırk yıl hizmet eder…”
Horasandan Ruma zuhur eyleyen
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi
Binip cansız duvarları yürüten
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Doksan altı bin Horasan Pirleri
Elli yedi bin de Rum erenleri
Cümlesinin servirazı serveri
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?